Yine birşeyler yazmak için karşısına oturduğum bilgisayarın ekranında uzun süredir boş boş baktığım blogger kumanda paneli var. Eskiden, yani küçükken, telleri kopan ampullerin duyunu (düyun-u umumiye) çıkarıp içine su doldurur güneşe çıkıp (güneşin üstüne) mercek gibi kullanıp sararmış kuru otları yakardık. Hani gözlerim mercek olsa cosss diye tutuşurdu kumanda panelim. Allah korusun sonra nasıl yazarım.
Tam yine hiçbirşey yazmadan kalkıp gidecektim ki aklıma geldi. Geçmişte ben Gülhan'ın Galaksi Rehberi başlıklı bir yazı yazmış ve bu programı ne kadar beğendiğimden bahsetmiştim. Hatta o zamanlar Gülhan o yazıyı okumuş ve yorum yapmıştı. Aradan bir kaç yıl geçmiş olmasına rağmen geçenlerde ondan yeni yorumlar aldım. Arkadaşlarla akşam deneme çözüyorduk kpss ye hazırlanırken, mail geldi, telefonun ekranına baktım ; Gülhan Şen. Twitter' dan yazmış bu kez. Arkadaşlar "Olum Gülhan Dm den sana yürüyo lan!" deseler de havalara girmedim hemen. İyi ki de girmemişim havaya. Zira dmlere aynı şekilde özelden yanıt vermek istediğimde Twitter'ın, "Huop nereye özelden yazıyorsun o seni izlemiyor ki" benzeri uyarısıyla "Damsız girilmez" denilerek geri çevrilmiş adama dönüşüm ani oldu. Havaya girmemiş olmam iyi oldu yani, çabuk atlattım.
Bu çektiklerim, küçükken örümcek ağına attığım karıncaların ahı hep. Biliyorum. Kesin ondan. Suda boğulurlarken kurtardıklarım ve ağır yükleriyle birlikte yuvalarına kadar taşıdıklarımın duaları da fayda etmemiş anlaşılan. Ne yapalım. Başa gelen çekilecek.
Her insanın kalbi kendi yumruğu kadarmış... Desene toplasam tüm sevdiklerimi bir avuca sığarmış... Ne garip değil mi ? Bir dünya düşmanın acıtmıyor seni bir avuç sevdiğin kadar. Hani sığ düşünceli insanların yanlış anlayıp taşladığı Hallac-ı Mansur demiş ya “Taş atanlar avam takımı, bilmiyorlar, halden anlamazlar. Onların taşı bizi incitmez ama halden anlayan bir dostun attığı gül bile bizi incitti, canımızı acıttı.” diye. Aynen öyle, düşmanın attığı taş değil dostun attığı gül incitirmiş.
Birini, tüm birbirini seven insanlardan daha farklı sevdiğini söylüyorsan daha önce hiç kullanılmamış kelimeler kazandırmış olmalısın dünyaya. Eğer böyle değilse yani sevgini tüm insanların bildiği kelimelerle ifade edebiliyorsan hala, buna rağmen "Ben herkesten farklı sevdim" diyebiliyorsan bu durum bir dağcının yüksek bir dağa tırmanırken başka insanlara ait eşyalar ve ayak izlerine rastladığı bir noktada durup "Bu dağın en yüksek noktasına ben çıktım" demesine benzer. Hayır sen çıkmadın. Sen başka insanların çıkabildiği kadar yükseğe çıktın, hatta belki de onlar kadar bile çıkamadın. Hayır sevmedin. Aşkı anlatırken kimse anlamamalıydı seni, herkesten başka sevdiğini söylüyorsan.
Gerçek bir yalnız olup olmadığınızı anlamak için sustuğunuzun bile farkına varılmadığını farketmiş olmanız gerekiyor. Bu kısa yazıyı bile parçanın yüzü suyu hürmetine yazıyorum. İçimden yazmak gelmiyor. Taşlar gibi kelimeler de yerinde ağır galiba. Kalbimdeki cümleler eşşek ölüsü gibi. Her şey bir yana, bazen ağzınıza geleni susarsınız. Bazen bazı şeyler hiç unutmadığın şeyleri hatırlatmak ister sana. Bazen bir rüya bile habersizdir sendeki ona ait kocaman izden. Yaşlı ak sakallı bir komşumuz vardı. Yaz olup bağ bahçe işleri başlayınca derdi ki: "Oğlum, parmağınızdaki dikenleri kışın sobanın yanında çıkarırsınız.Şimdi zamanı değil.." Yaşıyor olsaydı sorardım ona: "Yüreğimize batan dikenlerden de kurtulmamız için yaratılmış mevsimler var mı diye" Siz kendinize mukayyet olun gençler, zira rüyalar bile aklını yemiş.
Le Renard Et L'enfant
-
Yıllar önce izlemiş olduğum ve belirli aralıklarla defaaten izleyip
nasip olursa bir kaç kez daha izlemeyi düşündüğüm benim için özel bir film...